Mezbaha Beş - Kurt Vonnegut // konuk Aylin Balboa // Deniz Yüce Başarır ile Ben Okurum
Deniz Yuce Basarir Deniz Yuce Basarir
7.19K subscribers
773 views
68

 Published On Premiered Jul 21, 2024

Savaş sözcüğünün sözlüklerden çıkarıldığı günü görebilecek miyiz acaba? Hiç umut yok değil mi? İnsanlık birbirini öldürmek için, vahşet için, zulüm için bir sebep buluyor muhakkak. Öne sürülen nedenlerden hiçbiri geçerli olmasa da dünyanın dört bir yanında sürüyor savaşlar. Tüm acımasızlığıyla.
Ben Okurum’un bu bölümünde de baştaki alıntıdan da anladığınız gibi bir savaş hikayesinin peşinden gidiyoruz. Ama bu öyle bildiğiniz savaş hikayelerinden değil. Elbette yine savaşın karanlık yüzünü görüyoruz, acımasızlığını iliklerimize kemiklerimize kadar hissediyoruz ama hikayeyi bize anlatan kişi tüm bu korkunç gerçekleri anlatırken farklı bir yol çiziyor. Kara mizahın olanaklarını kullanıyor, hayatın her şeye rağmen sürdüğü gerçeğine dayanarak, anlattıklarının ağırlığına muzip diliyle bir hafiflik katıyor. Katlanılması zor olayların ardından hemen başka bir zaman ve mekana atlayarak, metnine garip ve akıcı bir denge kazandırıyor. “Hayat bu,” diyor, “oluyor işte!” Ama sanmayın ki, eleştiri oklarını bilememiş bir yazar var karşımızda. Hiç de öyle değil, o oklar hedeflerini tam 12’den vuruyor her seferinde. Hani derler ya eskiler, lafın iyisi şakayla söylenir, diye. Tam da böyle bir üslubu var yazarımızın.
Evet, Kurt Vonnegut’tan söz ediyoruz. 50 yıllık yazın hayatı boyunca 14 roman, ölümünden sonra derlenen dergilerde kalmış öyküleri saymazsak, üç hikaye kitabı, 5 tiyatro oyunu ve beş deneme kitabına imza atan o meşhur Amerikalı yazardan. Ve onu edebiyat dünyasında gerçek bir şöhret haline getiren, hem çarpıcı, bunu söylemem kitabı bilmeyenleri şaşırtacak belki ama hem de eğlenceli romanı Mezbaha Beş’ten. Bölümü açarken okuduğum satırlarda da söylüyor ya, romanın bir de alt başlığı var Çocukların Haçlı Seferi, Ölümle Zorunlu Bir Dans. Ve arkadaşı Mary O’Hare’e söz verdiği gibi kahraman erkekleri değil kendilerini savaşta bulan bebeleri anlatmış Vonnegut. Hazır mısınız? Vonnegut’u tutkuyla seven bir yazarla konuşuyoruz bu etkili romanı. Konuğumuz o kadar seviyor ki Kurt amcamızı, hoş o dedem diyor, deprem çantasına bir Vonnegut kitabı atmaya bile karar vermiş zamanında. Bir yazar olarak feyz aldığını da hiç gizlemiyor. Evet, karşımdaki mikrofonun başında sevgili Aylin Balboa oturuyor efendim.

Kurt Vonnegut, 1922 yılında İndianapolis’de Alman göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kendisiyle aynı adı taşıyan babası ile annesi Edith’in üçüncü çocuklarıydı. Anne ve babası çok iyi Almanca konuşmalarına rağmen, 1. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle Amerika’yı vatan diye benimsediklerinin bir kanıtı olarak, çocuklarına Almanca öğretmeyi reddetmişlerdi. Mimar babasının ve zengin bir aileden gelen annesinin o günlere kadar gayet iyi olan yaşam şartları, Büyük Buhran’ın ülkeyi kasıp kavurmasıyla olumsuz yönde değişti. Ağbisi ve ablası özel ilk okulları bitirirken, küçük Kurt bir devlet okulunda tamamladı ilk öğretimi. Babası artık iş bulamadığı için kendini gitgide hayal dünyasına kapatıyor, annesi de bu yeni hayat şartlarının getirdiği zorluklara asla alışamıyordu. Aile içi gerilim de böylece arttıkça arttı. Anne, kendini yazmaya verdi. Yazdıklarını çeşitli dergilere gönderip red yanıtı aldıkça daha da depresif ve saldırgan bir kişiliğe dönüştü. Baba ise sadece romantik heveslerle yeni teklifler beklemeyi sürdürdü.
Kurt Vonnegut lisede klarnet çalıyor ve okul gazetesine yazıyordu. Böylece, ne kadar kolaylıkla yazabildiğini ve yazdıklarıyla insanları etkileyebildiğini keşfetti. 1940 yılında mezun olduğunda Amerika’nın meşhur Ivy League üniversitelerinden biri olan Cornell’e yazıldı. Aslında ya babası gibi mimar olmak istiyordu ya da beşeri bilimler okumak. Ama bir bilim insanı olan ağbisi ve tabii babası işe yarar bir bölüme girmesi konusunda ısrar etti. Ya oluyor işte, aileler bazen yapıyor böyle şeyler. O da sonunda kendini biyokimya bölümünde buldu. Üniversitede de okulun gazetesinde yazmayı sürdürdü hatta editörlük görevini de üstlendi. İkinci Dünya Savaşı yeryüzünü altüst ederken o köşesinde barış yanlısı yazılarıyla dikkat çekiyordu.
Ama sonunda o da birçok yaşıtı gibi kendini orduda buldu. Topçu birliği eğitimi sırasında makine mühendisliği de okudu. Ancak Normandiya çıkartmasına destek olmaları için eğitimlerine son verildi ve o da Atterbury Kampına gönderildi. Sık sık evine gidebileceği kadar yakındı kamp. Ve bir hafta sonu anneler günü için gittiğinde annesinin intihar ettiği gerçeğiyle burun buruna geldi. Annesinin intiharından üç ay sonra 106ıncı topçu birliğiyle Avrupa’ya gönderildi ve orada 22 Aralık 1944’de 50 Amerikan askeriyle birlikte Almanlara esir düştü. Bir yük vagonuyla Dresden’in güneyindeki bir esir kampına götürülürlerken yanlışlıkla İngiliz Hava Kuvvetleri tarafından saldırıya uğradılar ve trendeki askerlerden 150 kişi hayatını kaybetti. Dresden’e geldiğinde malt şurubu yapan bir fabrikada çalışmaya başladı Vonnegut. Dresden’in güvenli bölge olduğu düşünülüyordu, şehirde çok az sığınak vardı.

#denizyücebaşarır #benokurum #canyayınları #kurtvonnegut #mezbahabeş #aylinbalboa

show more

Share/Embed